OTUZBİRİNCİ SÖZ-MİRAC HAKKINDA

Hicretten yaklaşık 1,5 sene kadar önce Allah Rasûlü’ne (sallallahu aleyhi vesellem) yapılan eza ve cefanın dozu iyice artmış, müslümanlara yapılan zulüm ve işkenceler son haddine ulaşmıştı. Müslümanlar sosyal hayattan tamamen tecrid edilmek istenmiş, kendilerine bir cüzzamlı gibi muamele edilmeye başlanmıştı. Günlerin zalam zalam üstüne olmasının yanında Efendimiz en büyük iki destekçisini; mümtaz eşi Hazreti Hatice ile amcası Ebu Talib’i kaybetmişti. Dostların vefasızlığının ve düşmanların zulmünün arttığı böyle bir dönemde, “hüzün senesi”nde Efendiler Efendisi öyle birşeyle sevindirilmeliydi ki bütün bu sıkıntılara mukabil gelsin. İşte bu cefalı günlerde Efendiler Efendisi, Mirac’la şereflendirilmiş, kâinat içinden kâinat ötesine bir yolculuğa davet edilmişti. Mirac’a neden ihtiyaç duyulmuştu, neydi bu Mirac’ın hikmeti? Neler oldu Mirac’ta? Mirac’ın biz müslümanlara bakan yönü nedir?... Bütün bu soruların cevabını Otuzbirinci Söz’de bulmak mümkündür.
 
Nedense bazı insanlar özellikle birşey bildiğini zannedenler –haşa- Mirac’a inanılsa da olur, inanılmasa da olur gibi bir tavır içine giriyorlar. Üstad ise hemen meselenin başında böyle bir mucizenin erkân-ı imaniyeden nebeân ettiğini söylüyor ve “Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semavâtın vücudunu inkâr eden adamlara Mirac’tan bahsedilmez” diyor.
Mirac’ı, Muhammed Hamidullah Hoca’nın dediği gibi sadece “ruhuyla çıktı” şeklinde anlamak doğru olmadığı gibi “bir rüya şeklinde” idi demek de meseleyi daraltmak olur ki Üstad, o zamanda Efendimiz’in “cesed-i necm-i nurânî” ye sahib olduğunu belirtiyor. Evet, Mirac’a rüya denmez, münhasıran ruhî birşey de denemez; o bir 5. veya 6. boyut gibi birşeydir. Ayrıca yine Üstad’ın da üzerinde durduğu gibi madem insan cennete ruh ve cismiyle beraber girecek, elbette Efendimiz de Cennet-ül Me’va’yı ziyaretinde beden-i mübarekini yanına almıştır. Gecelerde yol süratle alınır. İşte bu nedenledir ki Mirac Kur’an’ın da vurguladığı gibi gece gerçekleşmiş ve Efendimiz de ruh süratinde yol almıştır. 
   
Üstad Hazretleri’nin ifadesiyle Mirac, “Zât-ı Ahmediye (aleyhissâlatü vesselam)’in merâtib-i kemâlâtta seyr-ü sülûkünden ibarettir” ve bu seyr-i ilallah çizgisindeki seyahatinde “yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfat ve ef’al ve tabakât-ı mevcudâtın arkasına kadar kat’-ı merâtib etmiştir”. Bunları şöyle izah edebiliriz; Her bir sema ayrı bir âlemin damı, aynı zamanda rubûbiyet için de bir arşdır. Üstad bu risalede birkaç yerde “herbir semanın bir âleme dam olması” tabirini kullanıyor. Evet, sanki her bir kat, bir kapı gibi başka bir dünyaya, boyuta açılıyor. 24. Sözün Birinci Dalı’nda da izah edildiği üzere her sema tabakası ayrıca farklı bir ismin tecellî alanıdır; herbir semada bir isim, bir ünvan-ı ilahî hâkimdir. Bu tecellî alanlarında da her ismi temsil eden bir peygamber vardır. Meselâ; kelâm sıfatı, Mütekellim-i Ezelî olan Rabbimizin bir sema tabakasındaki sıfatıdır. Buranın mümessili de Kelîmullah ünvanıyla anılan Hazreti Musa’dır. Başka bir tabakada Allah’ın Kadîr isminin tecellîsi hâkimdir. Buranın temsilcisi de Allah’ın izniyle ölüleri dirilten, anadan doğma körleri ve abraş (alaca) hastalarını tedavi eden Hazreti İsa’dır. Bu farklı tabakalarda içiçe bulunan esmânın tecellîleri birbirine yardım eder ve birbirini destekler yani herbiri diğer bir isimle alâkalıdır. Kısacası, Sultan-ı Ezelî’nin her tabakada manevî bir tahtı vardır ve bu tabakalardaki isimlerin de üstünde O Sultanlar Sultanı’nın bir ism-i âzamı vardır. Efendimiz de nübüvveti umumî olduğundan her ismin âzamına muttali olduğu gibi bu ism-i âzama da mazhardır. İşte Allah-u Teâlâ, Mirac’ta Efendimize bu tabakanın peygamberi şu demiş ve hepsiyle teker teker görüştürmüştür. Rubûbiyeti ile Efendimiz’e bu sema tabakalarını, buralardaki peygamberleri gösteren Cenâb-ı Hakk, Ehadiyeti ile de O’nu yanına aldı, mükâlemede bulundu ve kendi Zâtını gösterdi. Evet, Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in beyânıyla “Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü”.
Efendimiz Mirac’ta yükseldi, yükseldi öyle bir noktaya geldi ki orada kendi nuruyla buluştu. O, Hakikat-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselam) ismiyle müsemmâ bir çekirdekti, bu çekirdek büyüdü, tuba ağacı gibi dalları aşağıda meyve verdi. Bu nur cesed giydi ve Hakikat-ı Muhammediye (aleyhissâlatü vesselam) olarak Efendimiz yaratıldı. İşte Mirac yolculuğunda da  Efendimiz tekrar çekirdek noktasına çıktı. Üstad, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) için “vücuden en âhir, manen de en evveldir” ifadesini kullanıyor. Bir hadis-i şerifte Efendimiz “ilk yaratılan benim nurumdur”, başka bir rivâyette de “ilk yaratılan kalemdir” diye buyuruyor. Başka bir hadiste de; Mirac’ta, Levh-i Mahv ve İsbat’ta her canlıya, her nesneye taalluk eden kader kalemlerinin cızırtılarını duyduğunu söylüyor. Bu cızırtılar, ilk yaratılan kaleme mi aitti acaba? Kaderle ilgili başka bir hadiste de “kalem kaldırıldı, mürekkep kurudu” deniyor. Peki kalem kaldırıldıysa, Efendimizin duyduğu sesler neyin sesiydi? Demek ki Mirac zamanüstü bir şeydi, belki geriye doğru bir gidiş vardı. Tekrar yukarı dönecek olursak zamanı 4. boyut olarak tanımlıyor bilim adamları. Zamanın çalışmadığı, tersine işlediği bir yerin farklı bir buut, farklı bir âlem olduğu açıktır.
Mirac’a, Efendimiz velâyet (aslında doğru kullanımı vilâyet şeklindedir) yönüyle çıkmıştı yani bir kul olarak gitmişti; bu bakımından Mirac, kendisine bir ikramdı. Kul olarak çıkmıştı çünkü Sultan-ı Ezelî’nin huzurunda bütün rütbeler, bütün nişanlar sökülmeliydi. Zaten risalenin başındaki âyette yer alan “...kulu Muhammed’i..” tabiri de bunu ifade etmektedir. Efendimiz dönerken de risâlet yönüyle dönmüştü; bu yönüyle de Mirac, bir mucizeydi. Üstad’ın ifadeleri içinde “Mirac’ın bâtını velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mirac risalettir; Haktan halka geliyor.” Geri dönmüş ve dönerken de başta peygamber vârisleri asfiyâlar olmak üzere bütün ümmeti için kapıyı aralık bırakmıştı. Efendimiz melekût âlemini seyerân eylemiş, kuşların ulaştığı yerlerin çok üstündeki yerlerde tayarân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmişti. Nizâmî’nin ifadeleri içinde “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı”. İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım” diyor. Bunu değerlendiren bir büyük zât ise “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek mukayese yapıyor.
Efendimiz bu gökler ötesi yolculuğundan bize bir hediye, bir meyve getirmişti: Namaz. Günümüz İslam âlimleri bu Mirac-namaz bütünlüğüyle alâkalı bazı yorumlarda bulunmuşlardır: Çoğumuzun da bildiği bir hadiste buyurulduğu üzere “Namaz, müminin miracıdır.” Efendimiz, Mirac’ta Cenâb-ı Hakk’la mülâki olmuş, O’nu görmüş, O’nun nurunu müşahede etmişti. Mümin buna benzer bir yakınlığı hadisin de beyanıyla namaz içerisinde secde anında yakalar. Evet, secde, ötesi olmayan son nokta ve bizim miracımızın da ufkudur. Efendimiz’in Mirac’ta duyduğu şeyi insanlar da namazlarında duymaya çalışmalı: “şimdi birinci kat semadayım, şu peygamberle görüşüyorum, ikinci kat semadayım...” Efendimiz Mirac’ta seviyesini korumuş, tevakkuf yaşamamış, hiç irtifâ kaybetmemişti, öyle ki Efendimiz’e yol boyunca mihmandarlık yapan Allah’ın en mükerrem meleği Hazreti Cebrâil’in dahi tâbiri uygunsa bir noktada dermanı kesilmişti. İşte aynen öyle de Mirac buudlu namazda da namazın başında yapılan niyetin namazın içinde de devam etmesi gerekir. Namazda esneme dışa vuran bir ayıptır, bu aynı zamanda namaza konsantre olunamadığını da gösterir. Namaz esnasında Mirac’ı tahayyül etmenin işte bu esnemeyi bıçak gibi kestiği söylenir. Üstad 15. Şua’da namazda otururken okunan tahiyyat duasının Mirac’da Efendimiz ile melekler arasında gerçekleşen bir selamlaşma olduğunu söyler ki tahiyyatta Allah’a salat, Efendimiz’e de selam vardır.
Otuzbirinci Söz’ün Zeyli’nde Üstad, Efendiler Efendisi’nin Kur’an’da zikredilen başka bir mucizesinden, Şakk-ı Kamer (Ay’ın ikiye bölünmesi) olayından bahsediyor. “Akla kapı açmak, ihtiyarı elden almamak” için bu mucize herkesin görebileceği bir şekilde, ayan-beyan gerçekleşmemiş. Geceleyin, bulutların Ay’ı görmeye mâni olduğu bir anda, rasat imkanlarının olmadığı bir zaman diliminde olduğu için insanlık tarihi bundan bahsetmemiş olabilir. Fakat sabahleyin uzak diyarlardan Mekke taraflarına gelenler bu hadiseyi gördüklerini söylemişler ve İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) bir parmak işaretiyle Ay’ı ortadan ikiye böldüğüne şahitlik etmişlerdi.
Etiketler: , , ,

Yazar Hakkında

HaberPro profesyonel bir blogger haber temasıdır ve ücretsiz sunulmaktadır. Temayı indirmek ve özellikleirni detaylı incelemek için Tema sayfasını ziyaret ediniz.Teşekkürler Adsense Templates

0 yorum

Cevap yaz

REKLAM ALANI

REKLAM ALANI